23 Nisan 2017 Pazar

DOĞANIN AZİZLERİ

                                                     DOĞANIN AZİZLERİ (2)

Doğanın tadına varmıştık bir kere. Doğanın tadını en derinden tadan insanlar, onu tekrar ve tekrar arzular. İlk deneyimimizde, yeri geldi üşüdük, yeri geldi kirlendik ve nehirde temizlendik, ağaçların arasında gezindik. Gecenin en karanlık anında vahşi hayvanların suya inip susuzluklarını giderdiklerini duyumladık. Doğanın tadına vardık dedim. Doğanın tadı nedir? Doğanın tadı emektir, yaşadığını hissetmektir, geçmiş insanları anmaktır..

Tekrar yola koyulmuştuk doğa ile buluşmak için. Bu sefer biz iki kuzenin yanına, bir arkdaşımız daha eklendi. Sırtımıza çantaları yükledik ve yola çıktık. Kendimizi yaylaya çıkan minibüste bulana kadar, oradan oraya savrulduk. Yaylaya çıkarken ise huzur ve  dinginlik yavaş yavaş kanımıza işliyordu. Yerimize vardığımızda, bazı şeyler değişmişti. Alan özelleştirilmiş ve dağ başındaki büyük bir alan kiraya verilmişti. Neyse çadırımızı kurduk. Akşam üstü yaklaştığından dolayı ormana odun toplamaya koyulduk. Gece oldu, yemek, sohbet, muhabbet derken ilk günün sonuna gelmiştik.

İnsan temiz havada ne kadar geç uyusa da erken uyanır. İlk günün sabahı, çadırdan dışarıya adımımı attım. Karşıda yeşiller giyinmiş engin bir dağ vardı. Hemen sol tarafımızda nehir, kuşların sesi, güneşin ilk ışıltıları ve vücudu esir alan bir huzur...

Şehir insanı yüzleri asık bir şekilde yeni güne başlayıp, telaşla bir yerlere koştururlarken, biz günün telaşını huzur ve heyecanla bekliyorduk. Telefon dahi çekmediğinden, bizi rahatsız edebilecek hiç bir şey yoktu. Aslında bakarsanız hep özlüyorum telefonsuz yaşamayı. Bazen şehir hayatımda telefonu tamamen kapatıp bir kaç saat kafamı dinleyip, ormanı, yeşili, içinde temizlendiğimiz o nehri düşleyip bir kaç saatlik huzura eriyorum.

İlk tecrübemizdenf sonra artık daha tecrübeli olarak adımlarımızı atıyorduk. Günümüz genelde kahvaltıdan sonra yürüyüşle geçiyordu. Herkesin bildiği bir şelaleye gittik, dipsiz göl denilen yere yürüdük orayı keşfettik, ormanda yürüyüşlere çıktık ve oralarda yaşayan bir çocuğun tarif ettiği kimsenin bilmediği gizli şelaleye indik. Her güne ayrı bir heyecan ve huzur sıkıştırmaya çalıştık.

Dönmek vakti geldiğinde ise, hepimiz bir birimize "zaman nasıl geçti anlamadım" dedik. Gerçekten de öyleydi, hiç bir teknolojik alet olmadan, telefon konuşmaları yapmadan, televizyon olmadan, zaman su gibi akmıştı. Halbuki şehirlerde yaşayan modern insana baktığımızda her imkana sahip olmalarına rağmen depresyon hırkasını bir türlü atamıyorlar üstlerinden. Ey sen depresyonda olan insan, doğa seni çağırıyor. Korkma, cesaretle kucaklaş onunla. Ama imkanların geniş diye bir hataya düşme. Doğanın tadına ancak, her şeyini kendin yaptığında tadarsın. Ateşini kendin yakmalısın, yemeğini kendin yapmalısın, saatlerce yürümelisin, keşfetmelisin, hikayeler anlatmalısın yanındakine, hikayeler dinlemelisin. Yeri geldiğinde üşümeli, yeri geldiğinde vahşi hayvanların sesiyle irkilmelisin. Toza toprağa karışmalısın. Nehrin buz gibi suyunda serinlerken, tozu toprağı o yol ile üstünden atmalısın. O zaman depresyon hırkasını atabilirsin üzerinden. O zaman yaşamın ve doğanın tadına varabilir, gerçek manada huzur neymiş öğrenirsin. Sağlıcakla....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder